(…)
Uçurumun kıyısında koşmaya başladık. Aynı anda bağırışlarla tamtamların yine yaklaştığını fark ettim. Geliyorlardı. Mekanik bir vızıltı büyümeye başladı kulağımda. Benzer başka bir ses eklendi bu vızıltıya. Uzaklardaki dağların ardına inmeye başlayan ayın ışığını kesen bir gölge ilişti gözüme. Bir haykırış yankılandı. Başımı kaldırdım. Üzerimize gelen, metrelerce uzunluğundaki kanatları yanlara açık, koca gövdesine yıldızların yansıdığı, başında burgulu uzun bir boynuz olan mekanik bir kısrak gördüm. Vahşi kılavuzlarımız gibi hırpani bir çocuk koltuk altındaki uzun mızrağı dimdik uzatmış halde oturuyordu uçan atın sırtında. Diğerlerini uyararak yere attım kendimi. Önce gördüğüm kısrak, ardından da bir başkası geçti hemen üzerimizden. Öylesine yakındılar ki oluşturdukları rüzgârın bizi uçuruma savuracağından korktum.
“Şimdi!” diye bağırdı zorunlu kılavuzumuz.
Ayağa fırlayıp koşmaya başladık. Sağımızdaki uçurum, dibi görünmez bir tehlike olarak uzanıyordu ilerilere doğru ve o istikamette umut veren ince gölgeler halinde gerilmiş duruyordu asma köprünün kalın urganları. Yaya takipçilerimiz ağaçların ardındaki ışık taşıyan siluetler olmaktan kurtulmuş, açık alanda kalabalık bir vahşiler sürüsü halinde peşimizdeydi hâlâ.
İki altın kısrak havada geniş bir daire çizdikten sonra bir kez daha atıldı üzerimize. Bu sefer saldırıyı savuşturmak daha kolay oldu. Artık birkaç metre uzağımızdaydı köprü.
Aynı anda Tarer göğü işaret ederek, “Üç kısrak daha!” diye bağırdı.
Onlar da sırayla indi üzerimize. Ölümcül darbelerinden sakınmak için sol yana sıçradık. Bir çarpma sesi duyuldu, kırılan tahta çatırtıları. Boğuk bir haykırış yayıldı geceye. Atlardan biri yalpalayarak devrildi uçuruma. Nasıl bir metalden yapıldığını anlayamadığım geniş kanatları uyuyan esintiyi şahlandırarak boşluğu dövdü bir an. Binici çocuk bir boğuk haykırış daha koyuverdikten sonra kıyıya atmaya çalıştı kendini. Kısacık bir an boşlukta asılı kalmış gibi geldi bana. Sonra atı yutan boşluğa düştü. Dik kayalara çarparak aşağı ulaştıkları duyuldu biniciyle atın.
Bu felaketin şaşkınlığını soluyacak zamanımız yoktu. Köprüye atıldık. Ancak o zaman anladım atın asma köprüyü taşıyan kalın urganların bağlı olduğu kütüğe çarptığını. Kütük parçalanmıştı. Köprünün sağ tutamaklarını taşıyan ip boşlukta sallanıyordu.
“Nasıl geçeceğiz?” diye inledi Mâl.
“Soldaki tutamakları yakalayın!” dedim. “Asla bırakmayın! Alttaki urgan bizi taşıyacak kadar kalın.”
“Çabuk,” diye inledi vahşi kız.
Aynı anda ince ağaç dallarının acemice yontulmasıyla oluşmuş oklar, mızraklar yağmaya başladı çevremize.
“Fırlayın!” diye bağırdı Tarer.
Mümkün olduğunca hızlı adımlarla, önce vahşi delikanlıyla kız, sonra Mâl, Tarer ve ben ilerlemeye başladık asma köprünün üzerinde. Minik Ron ne olduğunu fark edemediğimiz uyarılar sıralayarak uçuyordu yanımızda. Yaşamla aramızdaki tek bağ olduğunu bilmeyen köprü dehşetle sallanıyordu ağırlıklarımız altında. Urganı oluşturan ip yığınlarının birbirinden ayrılırken neden olduğu çıtırtıları duyuyordum.
Üzerimizde uçan dört kısrak bir saldırı girişiminde daha bulundu ama az önce arkadaşlarının başına gelenlerden etkilenmişler olsa gerek, oldukça yukarıdan geçtiler. Bu tedirginliği yaşama fırsatı bulamadan Mâl’in bağırışını duydum.
“Ne yapıyorsun?” diyordu. “Delirdin mi! Yapma!”
(…)